Derneğimizi 1994 yılında kurduk ve o zamanki ismimiz “Büyükada Kültür ve Yardımlaşma Derneğiydi.” Birkaç arkadaş bir araya geldik ama esasında dernek kurmanın ne olduğunu çok da bilmiyorduk. Fakat Ada’da kültür-sanat namına hiçbir şeyin olmadığı bir dönemde bu eksikliği hissettiğimiz için böyle bir dernek kurmak istedik.
Hiçbir imkânımız hiçbir şeyimiz yoktu, 7 kişi bulduk ve bu insanlarla
derneğimizi kurduk. Tabi o dönemde yerimiz yok, paramız yok, hiçbir şeyimiz yok.
Düşündük taşındık, “Ne yapalım?” dedik ama Ada’da o kadar çok eksik var ki. Öyle
ki, iki üç yılda bir sinemaya bir sanatçı getirirler ve millet buna gider, o
kadar.
Bir de Adalar Belediyesi 1980’lerin sonları 1990’ların başı gibi bir, iki sefer
festival yaptı, hepsi o kadar. Bu çalışmalar bir türlü istikrarlı bir şekilde
sürdürülemedi.
Bize gelince! Biz İlk önce yayınlara başladık. Adalarla ilgili Türkçe yayın çok
az 1800’lerin sonu, 1900’ların başında yabancıların yaptığı yayınlar var o
kadar. 1936’da Hikmet Birand’ın “Büyükada’nın Yeşil Örtüsü” diye botanik ile
ilgili bir kitabı, sonra Orhan Erdenen’in 1963’de “İstanbul Adaları” diye bir
kitabı, daha sonra bir boşluk ve Pars Tuğlacı’nın iki ciltlik “İstanbul Adaları”
diye bir kitabı var ve bize gelinceye kadar başka bir şey yok.
O dönemde biz sosyal sorumluluk anlamında Ada’da bir şeyler yapmak istiyoruz
fakat daha işin başındayız ve kimse bizi tanımıyor. Yayın yapmayı düşünüyoruz
ama “Kime kitap teklifi yapalım kiminle konuşalım?” diye düşünürken, böyle
yaparak daha fazla zaman kaybetmeyelim dedim ve emsal teşkil etmesi için ben bir
kitap hazırlamaya karar verdim.
Tabi kitap çalışmasına başlayınca o zamanki kütüphaneleri dolaştım, bilgiler
topladım ve “Hatıralarda ve Hikâyelerde Adalar” diye bir kitap derledim.
İçerisinde; Halit Fahri Ozansoy’dan, Yahya Kemal’e, Ahmet Rasim’den, Hüseyin
Rahmi’ye kadar adaları konu alan hikâyeler bulunuyordu.
Bu araştırmayı yaparken kütüphanelerden Adayla ilgili metinlerin bulunduğu
kitapları istiyordum ama baktım ki Ada konulu güzel şiir kitapları da
gönderiyorlar, onların da fotokopilerini aldım ama tabi o zaman çok fazla imkân
yok. Mesela, bir cumartesi günü Beyazıt Kütüphanesi’ne gidiyorsunuz fakat
fotokopi cihazı yok. Kitap istediğinizde size bir seferde üç kitap isteme hakkı
tanıyorlardı. Diyelim ki gelenlerden işinize yarar bir şeyler çıkmadı, hadi
tekrar geriye gönderiyorsunuz, yenilerini istiyorsunuz. Yani, gerçekten eziyet
gibi bir durumdu diyebilirim.
İşte bu şiirleri ve hikâyeleri birlikte topladım, “Hatıralarda ve Hikâyelerde
Adalar” adında bir kitap, “Şarkılarda ve Şiirlerde Adalar” adında başka bir
kitap oluşturdum. Bu şekilde oluşturduğumuz iki kitabı kendi imkânlarımızla
yayınladık.
Tabii daha sonra, bir mekân isteği oluştu. Bir arkadaşımız vardı, sağ olsun o
dönemde, “Buyurun gelin bu arsayı kullanın.” dedi ve onun sağladığı o yeri çay
içebileceğimiz, toplanıp sohbet edebileceğimiz bir yere çevirdik. Daha sonra
biraz, biraz üye toplamaya başladık.
Bu ilerlemeler olurken ben de üçüncü kitabı hazırladım. Onun adı da, “Geçmiş
Zaman Fotoğraflarında Büyükada”. 1800’lerin sonu 1900’ların başı döneminin
kartpostallarından, fotoğraflarından oluşmuş bir kitaptı.
Bunlardan sonra, Doktor Hayati Ferdi Kocal’la konuştum. Babası Ada’nın ilk
hükümet tabibiydi ve yanlış hatırlamıyorsam, 1932 doğumluydu. O’na, “Siz de çok
hatıra vardır, bunlar sizinle gitmesin, gelin şunları yazın.” dedim. Ada
konusunda yaşanmışlığı olan insanları da bu şekilde teşvik ettik ve yayınlarımız
böylece çoğalmaya başladı.
Doksanlı yılları işte bu şekilde geçirdik. 2000’e geldiğimizde artık bir yer
ihtiyacı iyice kendini göstermişti çünkü kahve köşelerinde toplanıyorduk ve
yönetim kurulu toplantılarımızı dahi büyük sıkıntılarla yapıyorduk. Sonunda işte
şu anda bulunduğumuz yeri bulduk. O zamanlar sadece alt katını kiraya
veriyorlardı ve inanın içine girilecek gibi değildi, çok berbattı. Önce elektrik
tesisatını değiştirdik, biraz boya vesaire derken ancak içine girilir vaziyete
geldi.
2000’i de böyle geçirdikten sonra bir arkadaşımız “Karşımızdaki meydanda neden
sergi yapmıyoruz.” dedi. Zira içeride böyle bir sergi yapabilecek genişlikte bir
mekânımız bulunmuyordu. Dahası, biraz evvel belirttiğim gibi içerisi oldukça
kullanışsızdı. Sonuç olarak, karşımızdaki küçük alanda ilk çalışmalarımız işte
bu şekilde başladı.
Temel olarak maksadımız halkı sanatla buluşturmaktı ve bu sergi çalışmaları da
halkın bir şekilde sanatla buluşmasına vesile oluyordu. Bildiğiniz gibi, bizde
halk ve elit diye bir ayrım var. Bu çok yanlış ve aslına bakacak olursanız iki
tarafın da birbirinden alacağı çok şey var.
Yani, sanatçı böyle bulutların üzerinde yürüyen bir insan olamaz, olmamalı.
Sanatçı beslendiği halkın içerisinde, zeminde olmalı diye düşünüyorum. Durum
böyle olunca tabii halk da biraz uzak bakıyor, mesafeli oluyor ve sanatı
görmüyor, tanışmıyor. Biz ise halkla sanatçı iç içe olsun, bir arada olsun
istedik ve nitekim zamanla da bunu başardık diye düşünüyorum.
Burası İstanbul gibi değil. Bizim bu çalışmalara başladığımız dönemlerde kışın
kimseler yoktu fakat geçmişe göre şimdi çok daha iyi. Yaz dönemi ise tahmin
edersiniz ki kışın tam tersi ama o dönemlerde şu anda olduğu gibi günübirlik
canlılığından ziyade yazlıkçının ağırlıkta olduğu daha kaliteli bir kesim vardı.
Bir de yaz-kış Ada’da yaşayan insanlar vardı. Bunlar ya esnaf ya da bir esnafın
yanında çalışan insanlardı.
Çok iyi hatırlıyorum, resim sergilerinin birinde, ziyaretçilerin arasında
dolaşırken dikkatimi on dört, on beş yaşlarında olan ve bakkalın yanında
çalıştığını bildiğim bir çocuk çekti. Çocuk bir resim eleştirmeni edasıyla uzun
uzun resimleri inceledi. Bu durum o kadar hoşuma gitti ki, onu uzaktan izlemeye
devam ettim. Resimleri o kadar dikkatli inceliyordu ki, “Mutlaka resme karşı bir
eğilimi var!” diye düşündüm.
Tabi bir de, yaptığımız sergi çalışmaları sayesinde Ada’da sanatla uğraşan
insanlar bize ulaştılar ve “Biz de sergi açmak istiyoruz.” dediler. Kendi
adımıza profesyonel ressam, amatör ressam şeklinde bir ayrım gözetmeksizin sergi
mekânımızda hepsine yer verdik. Hatta gecenin birine kadar açık olmamız
dolayısıyla bir aydınlatma yapıyorduk bu aydınlatma altında geç saatlere kadar
sergileri devam ettire biliyorduk.
Daha sonra müzik de koyalım dedik. Önceleri amatör birileri geldi ve biz böyle
2001 yılı süresince aktivitelerinizi sürdürdük. Tabi, müziğin donanımı biraz
daha farklı oluyordu. Bu nedenle Dernek merkezinden meydana kadar bir elektrik
hattı çektik ve bir de sahne oluşturduk. Bu zemini hazırladıktan sonra sanatçı
temaslarımıza başladık ve bu şekilde müzik çalışmalarına da başlamış olduk.
2001’den, 2016’ya tam 15 sene olmuş.
Bu çalışmalar devam ederken Dernek merkezimizde bir de koro kurduk. Bu bir Türk
Müziği korosuydu ve Heybeliada’da yaşayan, çok iyi bir müzisyen olan Orhan
Sevsar vardı. Kendisi Münir Nurettin’in talebesiydi ve 1931 doğumlu idi. Aslında
çok canlı bir insandı, müziğin getirdiği bir enerjisi vardı ama İki sene önce
rahmetli oldu.
İşte, koroyu ilk kurduğumuz dönemde Orhan Beyle tanıştık ve bu çatı altında bir
koro oluşturmaya karar verdik. Tabi biz ilk tanıştığımız dönemde Orhan Bey’i pek
tanımıyorduk. Konulara ihtimamla yaklaştığımız için “Arabesk olmasın, temiz bir
Türk müziği olsun!” düşüncesi biz de oldukça yerleşik bir düşünceydi. Fakat daha
sonraları gördük ki Orhan Bey tam bu işe uygun bir insanmış. Onu çok sevdik ve
bize, 13 sene hocalık yaptı. Onunla çok güzel günler yaşadık ve kanser
olmasaydı, “Bizden daha uzun yaşar.” diyorduk çünkü annesi 105 yaşında vefat
etmişti.
2001, 2002 gibi koroyu kurduk ve aradan çok zaman geçmeden Dernekte küçük bir
konser yaptık. Daha sonra Anadolu Kulübü’nde gerçek anlamdaki ilk konserimizi
yaptık. Beklemediğimiz şekilde seyirci ile doldu taştı çünkü Adalar’da kurulan
ilk koroydu.
Orhan Bey çok titiz bir insandı. Öyle titiz bir insandı ki hani neredeyse
kendini yiyip bitirir türde diyebilirim. Tek başına müzikle yaşayan biriydi ve
hayatında başka hiçbir şey yoktu. Orhan Bey ile ilgili küçük bir anekdotu
aktarmak isterim. İlkokul döneminde öğretmeni, “Bu çocuğun müziğe istidadı var,
siz buna bir şekilde bir müzik eğitimi aldırın.” demiş ve bunun üzerine daha
sonra Belediye Konservatuarı’na girmiş.
Orhan Bey Belediye Konservatuarı’nda eğitim görürken Münir Nurettin geliyor ve
onun kulağını çekiyor. Yanındaki arkadaşı, “Bu adam sana taktı!” diyor. Orhan
Bey de “Yahu bana niye taksın?” diyor. Sonra Orhan Bey’i müdüriyete çağırıyorlar
ve orada Münir Nurettin “Seni ses talebesi olarak ayırdım.” diyor. Kulak çekme
konusunu da, “o kulak hakkıydı” diyerek açıklıyor.
Orhan Bey burada çok sıkı bir eğitim alıyor ama babası “Oğlum müzik çok sağlam
bir iş değil, buradan paranı daha rahat kazanamayabilirsin ek bir mesleğin
olsun.” diyor ve bu nedenle daha sonra bir teknik okula giriyor ve telefon
teknikeri olarak çıkıyor. Aslında her iki okula da aynı anda gidiyor. Babası
sürekli olarak esas mesleği olan telefon teknikerliğini yaparak parasını
kazanmasını ve müziği bir hobi olarak devam ettirmesini telkin ediyor.
Orhan Bey de babasını dinleyerek mesleğini yapmaya başlıyor ama müziği o kadar
çok seviyor ki daha sonra okullarda çocuk koroları kuruyor ve müzik çalışmasını
da sürekli olarak hayatında barındırıyor. İşte, en sonunda da bizimle tanışıyor
ve bizimle de mutlu olarak yaşadığını ve mutlu olarak vefat ettiğini
söyleyebiliriz. Bu arada, Orhan Beyin mezarı Heybeliada’dadır.
Koroya gelince, koro 2003 de ilk gerçek konserini verdi ve biz o hızla İstanbul
Radyosuna gittik. Orada Türk Sanat Müziği müdürü vardı. Umarım yaşıyordur Allah
selâmet versin Rıdvan Tandoğan. Rıdvan Beye kendi kurumumuzu anlattık meğer o’da
bizim gibi korolara oldukça önem veriyormuş.
Rıdvan Bey “Ben sizi radyoya çıkartırım.” dedi ama akabinde “Siz öncelikle bir
kaset doldurup gelin. Ben bu kaseti bir Ankara’ya göndereyim.” diyerek ekledi.
Biz burada kendimizce bir kaset doldurduk ve gönderdik. Ardından hiç
beklemediğimiz bir şekilde hemen onay geldi. Hatırlarım ilk eser, “Tut-i
Mucize-i
Guyem’di.” Onu dinledikleri zaman “tamam” deyip onay vermişler. Bu gelişmelerin
ardından bir anda kendimizi Mesut Cemil stüdyosunda bulduk. Tabi bunlar çok
güzel hatıralar. Neyse, stüdyoya girdik ve çok güzel bir kayıt yaptılar. Hani
derler ya “gazino kapattım” işte bende stüdyo kapatmış gibiydim çünkü stüdyo
salonunda tek dinleyiciydim.
Bizim Orhan Bey’de sağ olsun, oldukça esprili biriydi, orada da stüdyoyu
gülmekten kırdı geçirdi. Program bitti ve galiba radyoda yayınlandı ama hemen
arkasından bizi televizyona Kuruçeşme Stüdyosuna çağırdılar. Kuruçeşme’ye gittik
radyodaki ses kaydımızı kullanarak çekim yapıldı ve TRT’de yayınlandı.
Tabi bu olaylar bizi çok mutlu etti ve bu olanlardan sonra Dernek
çalışmalarımıza devam ettik ve aklımıza bir değişiklik yapmak geldi. Biz, senede
iki, üç konser yapıyorduk, hatta bu rakam bazen dörde çıkıyordu. Bu rakam da o
dönem için bir yaz sezonunda fena değildi diye düşünüyorum. Çünkü kışın burada
kimse olmuyordu fakat bununla birlikte, nadiren kışın karşıda da konser
yaptığınız oluyordu.
Daha sonra yaptığımız çalışmalar üzerine biraz daha düşündük ve konserler
birbirine benzemesin dedik. Bensi Elmas diye bir dostumuz vardı ve bu dostumuzun
da içinde bulunduğu bir Maftrim korosu vardı. Benim bildiğim kadarıyla bu tür
müzik dünyada, bir Türkiye’de, bir de Arjantin’de var. Bu koro aslında bir
Sinagog korosu fakat Türk müziği besteleri üzerine söz yazmışlar, yani bizim
ilâhilerin üzerine söz yazmışlar.
Hatırlarım, Bensi notaları getirirdi bizim hocamız düzeltmeler yapardı çünkü
onlar müzikten notaya geçmişlerdi. Aslında bizim notaya geçişimiz de öyle değil
midir? İşte onlar da aynı şekilde bir yöntemle kulaktan devam etmişler ama artık
son dönemde notaya alma ihtiyacı hissetmişler. Türk müziği kaidelerini tam
bilmedikleri için bazı hatalar olmuş, onları da bizim hocamız düzeltmişti.
Durum böyle olunca beraber bir konser yapalım dedik. Onlar zaten “Birlikte
Yaşamak” adı altında konserler yapıyorlarmış. Bu temaslarımız sırasında dedik ki
bu Müslüman, Musevi korosu olarak kalmasın birini daha ekleyelim. Bunu
düşünürken Beyoğlu’nda Üç Oran Kilisesi var. Oranın sorumlusu olan Nişan
Çalgıcıyan ile bağlantıya geçtik, onların da bir kilise korosu vardı.
Onlarla temasımızdan sonra, üç koro birleştik. Bu birleşmenin akabinde birkaç
prova yaptık. Program şöyle olacaktı, ilk önce Maftrim korusu çıkacak üç tane
kendi ilahilerinden söyleyeceklerdi. Sonra Ermenilerin korosu çıkacaktı, onlar
da üç ilahi söyleyeceklerdi. En sonda bizimkiler çıkıyor ve üç ilahi de biz
söylüyorduk. En sonunda da bir ilahiyi hep birlikte söylüyorduk. Konserin
sonunda da sevilen İstanbul parçalarını söylüyorduk. Benim hoşuma giden bir
nokta da onların bizim müziğimizi gayet iyi bilmesiydi. Ben şahsen buna burada
çok şahit olmuşumdur. İlgililer, meraklılar ve biliyorlar!
Büyükada Nizam’da Turing Kültür Evi vardır, konseri bu iş için gayet uygun
olması dolayısıyla burada yapmaya karar verdik. Yaklaşık 400 kişilik bir bahçesi
vardı ve bu rakam da Ada için yeterli bir sayıydı.
Bizim koro çoğunlukla kadınlardan oluşuyordu, ama onların koroları tamamıyla
erkeklerden oluşuyordu. Neyse bizimkiler ilahileri okudular en sonunda da “Erler
Demine Destur Alalım” ilahisini, “Musevi, Yahudi, Müslüman” hep beraber söyledik
ve bir de semazen eşlik etti.
Son ilahi beraberce öyle bir söylendi ki, izleyiciler ayağa kalktılar ve
tüyleriniz diken, diken oldu. Bittikten sonra büyük bir alkış koptu.
Sonra bu konserleri beraberce birkaç defa daha yaptık daha sonra sona erdirdik
ama burada güzel bir şeyler olduğuna inanıyoruz.
Bizim koro bu şekilde devam etti fakat daha sonra Orhan Bey vefat edince biraz
bocaladık. Şimdi Alaattin Büyükurgan’la çalışıyoruz, memnunuz.
Aktiviteler 2004’e kadar bu şekilde devam etti, 2004’de bunu sistemli bir şekle
getirelim dedik ve üç aylık bir program yayınladık. Bu kitapçık halen
yayınlamakta olduğumuz sizin de gördüğünüz kitapçık benzeri bir kitapçıktı.
Tüm bunları yaşarken birtakım sorunlar oluştu. Bizim gibi yerleri istismar
etmeye çalışan insanlar olabiliyor. Fakat biz bu insanları zaman içerisinde
yaşadığımız tecrübelerle ayıkladık.
Bu arada şunu da belirtmek gerekiyor, sadece musiki ağırlıklı bir dernek
değiliz. Bunun dışında sergiler ve gösteriler de Derneğimizin çalışmaları
içerisindedir. Yani Adalar’a katkı sunabilecek her türlü kültürel çalışma
Derneğimizin bünyesinde, gücümüzün yettiğince yapılmaya çalışılmaktadır.
Mesela, yine farklı çalışmalarımıza bir örnek verecek olursak bana göre en
çarpıcı olanlarından biri 2005 yılında yapmaya başladığınız “Kısa Film
Yarışmasıdır.” Altı sene üst üste “Adalar Kısa Film Yarışması” devam etti. Bu
çalışma içerisinde günümüz Türk sinemasının en iyi yönetmenleri bizim jürimiz
içerisinde bulundu ve kısa filmlerin değerlendirmesini işbirliği yaptığımız
MSGSÜ Sinema Televizyon Bölümü stüdyosunda yapıyorduk.
Bizim bu yarışmayla amacımız sadece Adaları tanıtmak değildi. Bu yarışmalara
çoğunlukla sinema bölümü öğrencileri katılıyordu. Sinema fotoğrafa benzemiyor,
kamerası var, ışığı var, yönetmeni var, sahnesi var, senaristi var, oyuncusu var
ve tabii montajı var. Bunların hepsini bir öğrencinin yapması mümkün olmadığı
için bu yarışma aynı zamanda gençlerimiz, öğrencilerimiz için çok büyük bir
fırsattı diye düşünüyorum.
Geleceğin genç yönetmenlerinin, oyuncularının Ada konulu bir kısa film çekmeleri
ve akabinde gelecekte de Adayı benimsemiş insanlar olabilme potansiyellerinin
olması bizim bu çalışmadaki amaçlarımızdan biriydi.
Bu yarışmaların bir de galaları oluyordu ve bu galalar oldukça keyifli oluyordu
yani akşam saat 6:00’da başlıyorduk, gece 12:00’a kadar devam ediyordu. Bu zaman
zarfında kısa filmlerin gösterimlerini yapıyorduk. Buraya gelen sanatçılarla
filmlerin yorumlarını yapıyorduk, insanlar bir şekilde bir araya gelip sanatı
konuşup tartışabiliyorlardı. Ülkemizin buna her zaman ihtiyacı olduğunu
düşünüyoruz.
Şimdi insanlar yaptığımız işi takdir ediyorlar ama önceleri “Bu işin altında bir
şey mi var?” diye önyargı ile bakıyorlardı. Aslında bu önyargıyı doğal
karşılıyorduk ama kendinizden ve yaptığınızdan eminseniz insanlar da zamanla
bunun farkına varıyor. Önyargılı bu süreçten sonra yavaş, yavaş kapılar açılmaya
başladı.
Bu çalışmaların dışında, 11 yıl üst üste “Adalar Fotoğraf Yarışması”nı yaptık.
Adalarda zaman, Adalarda mimari, Adaların canlıları gibi değişik konularda
fotoğraf yarışmaları düzenledik. Bu çalışmayı da Fotoğraf Federasyonu’na bağlı
olarak yürüttük. Onların onayını alarak çalışmayı yürütmemiz daha doğru olur
diye düşündük.
Onların bir temsilcisi geliyor, hem şartnamemizi denetliyor hem de jüriye
başkanlık yapıyordu. Daha sonra onların yayınladığı bir almanak vardı, bütün bir
yıl Türkiye’deki yapılan bütün yarışmaların toplandığı bir almanaktı ve bizim de
her sene iki sayfamız orada oluyordu.
Yani toplamda bakacak olursak bizim özelliğimiz yaptığımız çalışmaları kesintiye
uğratmadan devam ettirebilmemiz diye düşünüyorum.
Daha sonra bu kısa film ve fotoğraf yarışmalarına biraz ara verdik çünkü
biliyorsunuz bu tip çalışmalarda masraflar oldukça yüksek oluyor ve bu
masrafların karşılanması için sponsorlar kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza
çıkıyor. Sponsor bulursanız çalışmaya devam edebiliyorsunuz, bulamadığınız da
çalışma sekteye uğrayabiliyor ve çalışma sekteye uğradığına da tekrardan baştan
başlamanız oldukça zahmetli oluyor. Bu kararımızın ardından biz yayınlara daha
fazla ağırlık vermeye başladık.
2005 yılında 15 gün periyotlu Ada gazetesini çıkartmaya başladık. Onu da geçen
seneye kadar götürdük ve geçen sene ağırdan almaya başladık çünkü artık
yetişememeye başlamıştık. Tabi, gazeteyi kapatmıyoruz ama daha seyrek
çıkartıyoruz. Zaman içerisinde insan yıpranıyor, hele bu tip, herhangi bir
beklenti olmadan, tek beklentinizin insanların duyarlılığı olduğu bir çalışmada.
Kısa film yarışması, fotoğraf yarışması, sergiler, basılı dokümanlar, koro,
konserler, gazete tüm bunların hepsi bir arada götürülmeye çalışıldığında inanın
insan oldukça fazla miktarda yoruluyor. Böyle durumlarda tabi ki bir miktar ara
vermek kişinin kendini biraz daha toparlamasını sağlayabiliyor.
Şimdilerde etkinliklerimizi bizi yıpratmayacak şekilde bir yere topladık ama
sürekliliği olan bir şekilde bu merkezde devam ettiriyoruz. Ama bu merkezde
yaptığımız çalışmalara bakacak olursanız yine oldukça azımsanamayacak miktarda
çalışmalar yapmaktayız. Bunu siz de burada olduğunuz dönem içerisinde
görmüşsünüzdür. Yani, dün Yeşim Salkım konseri vardı, aynı gün resim sergisi
vardı, bugün başka bir konser var ve yine başka bir resim sergisi olacak.
Gördüğünüz üzere bir merkezde olmakla birlikte çalışmalarımız süratle devam
ediyor.
Dernekçilik çalışmalarının içerisine girmek oldukça meşakkatli bir iştir ve kişi
içinde, derinlerde bir şeylerin boşluğunu hissetmediği sürece bu tür işlere
girebilmesi biraz daha zor oluyor. Siz neyin boşluğunu hissettiğiniz de bu tür
çalışmaların içerisine girmek zorunluluğunu duydunuz?
Öncelikle şunu söylemek gerekiyor, “Ben Adayı gerçekten çok seviyorum.” ve
eskiden daha da çok seviyordum ama şimdilerde bir bozulma görüyoruz,
dejenerasyon görüyoruz. Bu bizi gerçekten ama gerçekten çok üzüyor. Bir de bu
kadar kısa bir zaman içerisinde bu kadar olumsuz dönüşümün olması insanın
moralini çok bozuyor. Bu manzara insana gerçekten acı veriyor, bildiğiniz gibi
değil. Bazı yerlerde, geçerken kafamızı çevirip geçiyoruz, görmek dahi
istemiyoruz. Hatıralarımızın silindiğini görmek gerçekten çok acı verici bir
durum.
Büyükada’da belediye kurulduktan sonra 1985-1986’dan itibaren müthiş bir
yapılaşma oldu. O yapılaşma ile birlikte bizim kullandığımız mekânlarda
kayboldu. O gençliğimizde gördüğümüz güzelim mekânlar kayboldular.
Biz Adada yaşayan insanlarız ve ömrümüzde denize girmek için para verdiğimizi
hatırlamıyoruz. Şimdi, öyle bir rant kavgası var ki her yer plaj haline geldi.
Başka yerlerimiz de vardı bunlar zamanla yok oldu gitti. İşte biz de sonunda
buraya sığınmak durumunda kaldık diyebilirim. O eski arkadaşlar artık buraya
geliyorlar, burada toplanıyorlar.
İlk önce adanın yapısını iyi bilmek gerekiyor. Burada 150 yıllık kendine özgü
bir yaşam şekli süre gelmekteydi fakat daha sonra radikal değişimler geçirmeye
başladı, zincir koptu diyebiliriz. Yani, bizim büyüklerimizin anlattıkları
çerçeveden şu manzaraya baktığınızda dejenerasyonu çok daha iyi
anlayabiliyorsunuz. Bununla birlikte şimdikilere baktığınızda olanı masal gibi
dinliyorlar çünkü olan biteni yeterince görmüyorlar.
Bakın, İstanbul’da evinize gelirsiniz, dairenizin kapısını açtığınızda, “Ben
evime geldim.” dersiniz. Ama Büyükada’da iskeleye adım attığınız zaman ben evime
geldim diyorsunuz. İskeleden şuraya gelinceye kadar birçok kişiyle
konuşuyorsunuz, selamlaşıyorsunuz. Fakat zaman içerisinde evim dediğiniz yere
adım attığınızda gördüğünüz dejenerasyona uğramış manzara sizi oldukça üzüyor.
Değişik bir insan topluluğu yavaş, yavaş Ada’da oluşmaya başladı ve baktığınızda
sanki size biraz daha yabancı duruyorlar. Onların dünyaları farklı, onlar
birbirlerini tanıyorlar ve durum böyle olunca da siz de onları tanımıyorsunuz
veya tanıyamıyorsunuz.
Bir kere baktığınız zaman hatıralarınız ortak değil. Onların yaşam şekilleri
farklı ve burayı da kendilerine uydurmaya çalışıyorlar. Onun için buranın
yapılaşmasının bozulması, tarihi eserlerinin yozlaşması onlar için çok sorun
değil gibi. Ada’nın o eski güzel hallerini görmemişler ve bundan dolayı olup
bitenler onları çok fazla ilgilendirmiyor gibi.
Şimdi şunu söylüyorum, Yahya Kemal’in bir cümlesi var. “Eskiden İstanbul’un bir
semtinden diğerine geçilirken, bir yıldızdan diğerine geçilir gibi başkalık
duyuluyordu.” diyor. Yani, “semtler birbirine benzemezdi, her birinin ayrı
karakteri, ayrı lezzeti vardı” diyor.
Bugünü görse! Kadıköy, Bakırköy’e benziyor, Bakırköy, Ümraniye’ye benziyor ve
hep tek tip bir anlayış yerleşmiş durumda. AVM’ler var, onların etrafında
toplanan bir insan grubu var ve sanki birbirlerinin kopyası gibi yaşamayı tercih
ediyorlar ya da bu yaşam şekli onlara farkında olmadan dayatılıyor.
İşte buradan baktığınız zaman ada çok daha farklı! Bir defa, coğrafi olarak
farklı ama “Bunun değeri ne kadar biliniyor?” onu artık bilemiyorum. İlginçtir
ama aslında burayı birazcık koruyan 1999 depremi oldu. Adalar fayı nedeniyle
yavaş yavaş o rant kaybolmaya başlayınca rantiyeci çevre burayı terk etmeye
başladı ama o zamana kadar olan dejenerasyon bir takım geri dönülemez zararlar
meydana getirmişti. O canım köşkler, müstakil evler yıkıldı, yerlerine tipsiz
binalar yapıldı. Ahşap binalara başarısız, rezalet restorasyonlar yapıldı. O
zaman eski yapıları koruma kanunları bu kadar iyi değildi, şimdi bu işleri daha
netleştirdiler.
Mesela şimdi, eski binaları aynı malzeme ile aynı şekilde, aynı renkte yapmanız
gerekiyor. Eskiden binanın içini yıkıyorlar, dışını benzetiyorlardı, bazen ona
bile ihtiyaç duymuyorlardı. Örnek olarak, Eski Çankaya Oteli var, üç katlı çok
güzel bir yapıdır ama restorasyon geçtikten sonra altı katlı hale geldi çünkü
eski binaların tavanları yüksek olduğu için dışardan baktığınızda üç katlı ama
içeriden altı katlı hale getirildi. Bir de üzerine üstlük, adam içeriden asansör
koymuş. Düşünün eski yapıları ne şekilde ne hale getiriyorlardı?
Adalar’da Sivil Toplum Kuruluşlarına katılımı ne şekilde değerlendiriyorsunuz.
Aslında yaptığımız her şey bize münhâsırdı ve gelen üyelerin isteği
doğrultusunda çalışmalarımızı şekillendiriyorduk çünkü sonuçta toplum adına bir
çalışma yürütüyorsunuz o toplumun sesine kulak vermeniz gerekir. Birisi geldi
sergiler yapalım dedi, onu gerçekleştirdik, birisi geldi koro kuralım dedi, onu
gerçekleştirdik.
Aslında şöyle söylemek lazım; biz kendi kendine, zaman içerisinde kendi
şartlarını oluşturan ve bu şartlara göre değişen, dönüşen bir organizma olarak
var olduk.
Bunların dışında belirleyici bir unsur da 2011 yılından sonra Büyükşehir
Belediyesi’nin Kültür Daire Başkanlığı ile tanışmamızla ortaya çıktı ve bu
sayede bizim bu etkinliklerimize ciddi bir destek gelmeye başladı. Dünkü Yeşim
Salkım konserinde de gördüğünüz gibi bize profesyonel sahne kuruyorlar ve tabi
bu çok ciddi bir şey. Biz eskiden de sahne kuruyorduk ama tabi bu kadar
profesyonel anlamda yapmamız mümkün değildi. Bu sene beş tane konser desteği
veriyorlar ama biz 18 konser yapıyoruz. Bu yaz toplam 48 etkinlik yapıyoruz.
İBB’nin sahne, ses ve ışık düzeni ile beş konser desteği bizim için çok önemli.
Diğer konserleri sanatçılarımız gönüllü olarak veriyor ve bunu yapmaları da
bizim için gerçekten çok önemli bir sosyal destek diye düşünüyoruz.
Ama tabi bunca aktiviteler içerisinde, bunca çalışmanın içerisinde bakıldığında
maddi destek bol zannediliyor olabilir ama manzara öyle değil zaman, zaman
burada kirayı zor ödediğimizi biliyorum.
Peki, giderleri karşılamak için ne yapıyoruz? Her sene, yurtiçi ve yurtdışı
olmak üzere kültür gezileri yapıyoruz. Oradan damlayan getiriler, üye aidatları
vesaire derken bu şekilde ucu ucuna dönüyoruz diyebilirim.
Şimdi size insanın inanası gelmeyeceği bir şey daha anlatacağım. 2009 da
seçimler oldu ve şunu özellikle belirtmek isterim, gazete çıkartmamıza rağmen
biz hiç siyasete karışmadık. Bu çok dikenli bir iştir, çok dikenli bir konudur.
Gazetelerimizi ciltler halinde kütüphanelere vermişizdir. Yani, dileyen herkes
inceleyebilir çünkü yaptığımız işi şeffaf olarak yürütmeye özen gösteriyoruz.
Seçimlerde adaylarla röportajlar yaptık ve tüm adaylara eşit olarak yer verdik.
Bunu da yaparken kimseyi kimseden ayırt etmeden, kayıtlarda ne söylemişlerse
kelimesine, virgülüne dokunmadan yayınladık. Fakat seçimlerden sonra, bizim için
de sürpriz bir şekilde belediye ile sorunlar yaşadık. Çınar Meydanı’nda
yaptığımız konserler engellenmeye çalışıldı. Bu uğurda meydanın yapısını bile
değiştirmeye çalıştılar. Sonunda Valiliğe uzun bir yazı yazdık ve çevik kuvvet
geldi de meydan kurtarıldı. Hatta bununla ilgili “Çınar Meydan Savaşları” adında
bir video hazırladık. Tabii şunu da özellikle belirtmek lazım bu duruma maruz
kaldığımız Belediye Başkanı şu anda görevde değil. Şu anda başka bir belediye
başkanı görev başındadır.
Dernek merkezimizin karşısındaki birçok toplumsal aktivitemizi yaptığımız
meydanı kaybetmemek için verdiğimiz mücadele, karşılaştığımız sorunlar
dolayısıyla konuyu Büyükşehir Belediyesi’ne taşımak zorunda kaldık. Öyle bir
noktaya gelmiştik ki bu noktada artık yapabileceğimiz çok da fazla bir şey
kalmamıştı. İlk temaslarımızda onları bu duruma inandırmak çok da kolay olmadı.
Daha sonra kendileri de bu olan durumu araştırıp öğrendikten sonra ikna oldular.
Hatta Büyükşehir Belediyesi’nden zabıtalar gelip karşımızda bulunan bu meydanda
gece gündüz nöbet tutular. Tabi bunlar olmaması gereken tatsız olaylar.
Sonuç olarak Adalar Kültür Derneği her yıl konserler, gösteriler, söyleşiler,
sergilerden oluşan ve 50’ye yakın etkinliği kapsayan “yaz kültür-sanat”
programlarını aralıksız olarak sürdüren, gazete ve kitaplar yayınlayan, musiki
çalışmaları yapan, yarışmalar düzenleyen, kurslar açan, kültür gezileri
düzenleyen, çevre çalışmaları yapan bir sivil toplum kuruluşu olarak Adalar
halkına gönüllü olarak hizmet vermektedir. Derneğimiz kültür-sanat kulvarının
dışına çıkmadan üyeleriyle birlikte bu hizmetini sürdürecektir.
Alparslan VARER ÜNALAN
alparslan@alparslanvarer.com
alparslan@alparslanvarer.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder