Prof. Dr. Erol Deran Sohbeti - Yaşam ve Toplum Haber

SON DAKİKA

Post Top Ad

Post Top Ad

Paylaşın Başkaları Da Bilgilensin

Prof. Dr. Erol Deran Sohbeti

Haliç Üniversitesi’nde Yüksek Lisans yaparken tezimde danışman öğretmenim olan, sadece müzik değil pek çok konu hakkında beni bilinçlendiren, her zaman örnek aldığım Prof. Dr. Erol Deran öğretmenime sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.



Sizi müziğe çeken sebeplerden biraz bahseder misiniz?
Erol Deran: Babam müzisyendi;  Burhanettin Deran; “Pınarın başında su verdin içtim“ şarkısının güftesi ve bestesi ona aittir. Ben kendimi bildiğimden beri babam keman, ud, tambur çalardı ve bestekârdı. Albay rütbesinde olan bir subaydı ve müzik toplantıları yapılırdı.  Bizim zamanımız tayinler münasebetiyle çoğunlukla Anadolu’da geçti. Orada bu tür toplantılara çok kıymet verirlerdi ve babamdan da çok istifade ederlerdi fakat ben buna rağmen müzikten ikmale kalırdım.
İnsanın yaratılışında ezeli istidat dedikleri bir şey varsa o günün birinde ortaya çıkıyor. Sen istediğin kadar ikmale kal... Sonra, babam hepimize bir enstrüman öğretmek istedi.  Önce pek de sevemediğim mandolinle başladık fakat, sonra kendisinin de çaldığı udu öğretmeye başladı. O zamanlar şark hizmeti yaparken Erzurum’daydık. Sene 1948’di ve evimize o devirde radyo alınmıştı.
Kanunu ilk kez duyduğum olayı size aktarayım. Hatırlarım, bir ses geldi “Baba bu ne sesidir?” dedim. “Kanun” dedi. “Ben bunu öğrenirim” dedim. ”Oğlum ben bilmem Erzurum’da nereden bulacağız kanunu?” dedi. “Ben kendim öğrenirim” dedim.
Yani âşık oldum, aşk olmazsa meşk olmaz demiştik ya, ben bunları yaşadım! Babam beni caydırmak için elinden geleni yaptı. Babamdan ödümüz patlardı, hem sayardık hem severdik fakat bir baktım günün birinde kanun almış geldi. “72 teldir, mandalları vardır, akordu şudur, akşama Ferahfeza Peşrevinin birinci hanesini çıkaracaksın ”dedi. Emir emirdir albayım söyledi! Mecburen peki dedik. Bize ud çalarken de mandolin çalarken de notayı öğretmişti. Biz de yarım yamalak da olsa bir şeyler yaptık.
Ondan sonra ben kendi kendime, elimden geldiği kadar çaba sarf ederek öğrenmeye çalıştım. Peki, doğal yol nasıl olmalı? Yürürken ellerin hareketi nasıl oluyorsa, aslında kanun, ud, viyolonsel, keman çalarken de doğal hareketin hocalığını insan içinde hissetmeli.
O nasıl bir şey hocam?
Erol Deran: O nasıl bir şey, yani yürürken hiç anormal bir şekilde elimizi hareket ettirmiyoruz. Peki, kim öğretti bunu? İçindeki Hoca sana onu öğretiyor ama sen farkında değilsin, o zaman ondan da öğrendiğin bir şey var. İçimdeki o güzeller güzeli ile ortak oluyorum. Çünkü büyükler insanın değerinin olduğunu söylüyorlar. Demek ki “İnsan düşünen bir varlıksa, niye olmasın?” diye düşünerek elimizden geldiği kadar bir şeyler yapmaya çalıştık. Ondan sonra ders verdik, hocasız bir öğretmen olduk ama hocasız da değildik. Çünkü yaşanmışlıklarımdan dolayı içimdeki doğal hocayla irtibatım çok iyiydi.
İnsanın disiplinli olması çok önemli, babamız da çok disiplinli bir insandı. Babamın benim sanat hayatımın her kilometresinde imzası vardır. Mesela bir gün “Buraya gel” dedi, “ Buyurun efendim” dedim. Babamla konuşma tarzımız bu şekildeydi o zamanlar belirli bir saygı çerçevesinde konuşurduk. “Sen maden yüklü bir dağısın ama işlemesini bil! Gidebilirsin bu kadar!” dedi.
On iki, on üç yaşlarındaydım, babam çok değer verdiğim, saygı duyduğum bir insandı, sevdiğim hatta âşık olduğum o insanın bu sözü; 100 tane fakülte bitirsem bana bu kadar tesir etmezdi. Onun bu tesiri ile kendimde bir şeyler aramaya çalıştım. Resim konusunda da aynı şekilde etkisini göstermiş bir insandır. Ondan sonra da Güzel Sanatlar Akademisi’ne girdim.
İlk sahne heyecanınızı nasıl tecrübe ettiniz?
Erol Deran: Türk müziği korosuyla ilk defa Çanakkale Ortaokulu’nda sahneye çıkarak kanun çaldım. İkinci sahne deneyimim ise şöyle oldu: Beyoğlu’nda Tokatlıyan Han vardı, ben o zaman Atatürk Lisesi’nde okuyordum. Lise çağlarındayken Günaydın Kaynak vardı, Rahmetli Sadettin Kaynak’ın oğludur, o keman çalardı ben kanun çalardım. Bir vesileyle bir kokteylde bir araya geldik ve sahnede konserimizi sunduk.
Sonra babamın bir korosu vardı ve kolorduda, orduda belirli yerlerde, mahberde konserler verilirdi. Tabi orada insan çok heyecanlanıyor ama elinden geldiği kadar iyi bir şekilde icra etmeye çalışıyorsun. İnsan zamanla olgunlaşıyor ve iş başka bir mecraya dönüşüyor.
Heyecan her zaman var, en son bir iki sene evvel CKM’de çıktım ve yine heyecanlandım. Aslında heyecanlanmayan yoktur. Heyecan güzel ama endişe heyecanıyla sanat heyecanını ayırmak lazım. Sanatını çok seven bir sanatçının yaşadığı sevinci, heyecanı vardır, bu durum çalan ya da icra eden sanatkârla dinleyicinin özdeşleşmesidir.
Aslında çalan kişi dinleyici ile bir olmalı yani bir bütün olmalı, yekvücut olmalı işte o zaman samimiyet oluyor.
O sahnedeki insana da iyi bir şekilde yansıyor değil mi hocam?
Erol Deran: Nevzat Atlığ’nın korosuna misafir sanatçı olarak beni davet etmişlerdi. Hiç unutmam, öyle bir gün vardı ki benim için çok önemliydi ve iyi dostlarım da davet edilmişti. Kültür Bakanlığına ait bir koroydu. Çok sevdiğim, değer verdiğim insanların bakışları altıdaydım ama öyle bir konsantre olmuştum ki; eşim söylüyor dinleyicilerden ağlayanlar olmuş. Şunu söylemek istiyorum; içindeki doğal güzelliği samimi olarak, bilinçli olarak ortaya koyduğun vakit dinleyenle söyleyen bir oluyor. Yoksa ayrı ayrı olduğu zaman frekans tutmuyor.
Hatıramdan asla silinmez dediğiniz bir anınız var mı?
Erol Deran: 1957 senesinde on dokuz yaşımda iki sınav kazandım. Birincisi profesyonel olarak radyo sınavıydı, ikincisi de aynı sene Güzel Sanatlar Akademisi’ne giriş sınavıydı. Bu iki sınav benim hayatımın en önemli kilometre taşlarıdır.
Aynı yıl her ikisini de başladım fakat bu tempo oldukça zordu. Bir yandan canlı neşriyatlara gidiyorsun, bir yandan da geliyorsun resim yapıyorsun.
Canlı neşriyatlar nasıl hocam?
Erol Deran: O neşriyatları radyodan bütün Türkiye canlı olarak dinliyordu. Mesela aklıma gelen hatıralarımdan biri; “Allah rahmet eylesin!” Cahit Peksayar ile birlikte bir turnedeyiz ve Niğde’de bir konser salondayız. Dedim ki, ”Cahit Bey öyle bir konser verelim ki,  buradaki hazır dinleyiciye göre değil sanki radyoda çalıyormuşuz gibi icra edelim. Biz kendi halimizi ortaya koyalım bakalım hayırlısıyla ne olacak?” dedim.
“Peki“ dedi ve buna mukabil “Karşılıklı taksimler yapalım” dedim. Gerçekten gönlümüzden geldiği gibi, harika parçalar seslendirdik. Dinlediler, konser sona erdi, alkışladılar ve biz kulise geldik, dinleniyoruz, konser hakkında bir takım mevzuları paylaşıyoruz. Kapı bir açıldı ve içeri saz benizli, elmacık kemikleri çıkık, şöyle kasketini ters giymiş, ayakkabılarının topuklarına basan, ceketi omuzunda bir adam girdi. Adam sanki birisini arıyor gibiydi, şöyle içeriye iyice bir baktı ve bize doğru yürümeye başladı. Eyvah dedik, “Kimdir bu?” Yanımıza geldi, bize doğru iyice baktı ve oranın şivesiyle, “Benden bir çay içiverin” dedi. “Sağ ol teşekkür ederiz ama ne sebeple bize çay ikram ediyorsun?” dedik. “Valla siz çaldınız ama sizin çaldıklarınızdan hiçbir şey anlamadım fakat güzeldi” dedi. Bu an benim hayatımda unutamadığım çok önemli bir derstir.
Bir ikincisi de şöyledir; Bir gün “Allah rahmet eylesin!” Nejat Eczacıbaşı beni aradı ve bir mini konser ricasında bulunarak evine davet etti. “Memnuniyetle!” dedim. Bir kokteyl verildi, memleketin ileri gelenlerinin nerede ise tamamı oradaydı. Bunun yanı sıra ecnebilerin de davet edildiğini gördüm.
İşte, derken kokteyl bitti ve sunucu “Laddies and gentleman!“ (Bayan ve baylar!) diye başlayan cümlesinden sonra beni takdim etti ve katılımcıları selamladıktan sonra çalmaya başladım. O içerideki sesiz dinleyişi bu gün gibi hatırlıyorum, çıt yok.
Rahmetli Sakıp Sabancı da dinleyiciler arasındaydı. Konser bitti, işte misafirler uzunca alkışlıyorlar, herkes tebrik ediyor.  Sabancı’ya geldi sıra, “Allah rahmet eylesin!” hani onun bir konuşma tarzı vardır ya, işte o konuşma tarzıyla “Kardeşim, sen ne yaptın da ben bir nefes alamadım?” dedi. İşte hayatımın en büyük iltifatı bu olmuştur. Bir de o adamın söyledikleri var tabi.
Yaşam içerisinde neler geldi, neler geçti, ne anılar, ne yaşanmışlıklar var, birçoğu hafızamda kaybolmuş olabilir ama bu ikisini hiç unutmadım.
Aslına bakarsanız, anlamaktan daha önemli olan sevgidir. Yani, bir müziği dinlediğinizde ya da bir resme baktığınızda anlamıyor olabilirsiniz ama o an böyle hayran hayran bakarsınız. İşe bu başka bir şey, tarifi olmayan, yaşandığı anda can bulan ve değerini bilene çok şey katan bir şey.
Müziğe başladığımız dönem ile bulunduğumuz dönem arasında bir mukayese yapar mısınız?
Erol Deran: Müziğe ilk başladığım zamanlarda devamlı, her an öğrenme ihtiyacında oluyor insan. O zamanlarda Türkiye’de müzik anlayışının bir homojen yapısı vardı. Öncelikle şunu özellikle belirtmek lazım, Türk Müziği’nin hakikisini herkes dinlerdi. Arabesk lafı söylenmezdi, hatta bundan utanılırdı ve hakikaten bu işlere dönük olan piyasadan bazı insanlar radyonun önünden dahi geçemezdi, öyle bir saygınlığı vardı.
O zamanlar radyo Basın Yayın Genel Müdürlüğü’ne bağlıydı daha sonra TRT oldu. O devirleri bilirim, çaldığımız icra ettiğiniz insanlar büyük sanatçılar, icracılardı.  Mesela, Mesut Cemil, Cevdet Çağla, Hakkı Derman, Şükrü Tunar, Yorgo Bacanos yani daha sayacağım birçok kişi var.
O zamanlar 19, 20’li yaşlardaydım ve onlardan çok istifade ettim. O devirdeki insanlar büyük insanlardı, büyük sanatçılardı, o zamanın heyecanı başkaydı.
Her vakit, üzülerek şunu söylemişimdir, 500 makamı aşkın bir musikinin içinde olmamıza rağmen, ülkemiz insanı piyasadaki Kürdi, Uşşak makamından başka bir makamı düzgün bir şekilde tanımadı. Tabi, bakıldığında medya organları ticari kanallar, yani reytinge göre, insanların nabzına göre şerbet vererek hareket ediyorlar. Biraz da olsa insanların birtakım sanatsal değerlere ticari bakmaması, idealist olması gerekiyor. En azından Türkiye'de böyle çalışan birkaç kurum olsa fena olmaz.
Bunlar bir kenara, tabi zamanla olgunlaşıyor insan ve kendinize iyi bakar, sağlığınızı muhafaza edebilir, diri kalabilirseniz, yani fiziki olarak da gençliğiniz gibiyseniz, gençliğinizden çok daha değerli oluyorsunuz.
Yaşadıklarımızda, yaptıklarınızla kendinizi kendinizle mukayese ediyorsunuz. Mesela, gençken fırtına gibi çalardık ama “İçinde müzik var mıydı, yok muydu, az mıydı, çok muydu?” onları düşünmezdik, pek dikkat etmezdik. Şimdi her attığımız mızrapta müzik arıyoruz çünkü zamanla bakış açınız gelişiyor, dönüşüyor.
Eski dinleyicinin homojenliği ve müziğe verdiği değeri vurgulamak için size şöyle bir örnek vereyim. Türkiye’de canlı bir neşriyattayım, sene 1958 1959, geçiş taksimi yaptım, bitti.
“Erol Bey sizi bir hanım telefonundan arıyor” dediler.
 Müracaata gittim “Buyurun Efendim” dedim.
“Çok özür dilerim beyefendi, sizi rahatsız ettim.” (konuşmalar böyleydi o devirde)
“ Estağfurullah, Buyurun efendim!”
“ Efendim, arkadaşımla sizin taksiminiz hakkında iddiaya tutuştuk da,”
“ Buyurun efendim!”
“ Siz şurada meyanı açtığınız vakit Nevada Saba mı aldınız yoksa Hicaz mı aldınız?
“ Saba açtım.”
Yanındakine hitaben, “Gördün mü iddiayı ben kazandım.” dedi daha sonra bana, “Efendim kusura bakmayın sizi rahatsız ettim.” dedi.
“Estağfurullah, ilginize çok memnun oldum efendim.” dedim ve böylelikle konuşmayı sonlandırdık.
Şimdi ben ne konuşayım bu devir ile ilgili? İşte yaşanmış örnek bu! Siz mukayesenizi yapın!
Klasik Türk musikisinin günümüzdeki durumu şuan nasıl sizce?
Erol Deran: Perişan! Ne diyeyim? Bu konuya girdik mi çıkmak mümkün değil. Bu konuyla ilgili ayrı bir röportaj gerekir.
Peki hocam, Klasik Türk Musikisini diğer müziklerden ayıran unsur size göre ne oluyor?
Erol Deran: O ayrı bir eğitim meselesi. Klasik Türk Musikisi, Klasik Batı Müziği, Pop Müziği aslında klasik deyince benim hemen aklıma halledilmiş biçim, ses, kompozisyon gelir.
Mesela bir Rambrandt’ın resmine baktığımız vakit orada kusur arasanız da bulamazsınız fakat bunula birlikte Picasso’nun resmine baktığınız vakit de kusur bulamazsınız. Bu insanlar kendi branşlarında sanatın yükseğini yapmışlardır ve bunu herkes anlamak zorunda da değildir. Yani kişiler bir resim sanatçısı olmasalar da o resimlere bakarlar, o resmin onlarda uyandırdığı güzelliği hissederek beğenirler.
Bununla birlikte gelir geçer moda akımları var, ben onlara karşıyım çünkü moda geçici, gerçek sanat, klasik olan kalıcıdır. Bu gün klasik eserler dediğimiz onlarca yıl evvel icra edilmiş eserleri mest olarak diniyoruz. İşte, klasiğin kalıcı olduğu konusundaki en basit örnektir bu.
Moda ve benzeri şeyler olmasın mı? Olsun, insanlar yaşasın, denesin, tecrübe etsinler fakat istismar edilmesi, ticarete dönük, idealizmden uzak olması kötü.
Ben bir gerçeği söylemeye çalışıyorum. Ticarete dökülen her şeyin en basit seviyenin anlayabileceği şekilde yapılma zorunluluğu var. Evet, bu size iyi para kazandırıyor olabilir fakat bu düzeyde bir iş yapıyorsanız ve yaptığınız işte sanatın topluma aktarılmasıysa ve “Toplum böyle istiyor ben ne yapayım?” diyerek o sanatın yozlaşmasına sebep oluyorsanız o zaman kaçınılmaz olarak toplumsal yozlaşmaya çanak tutuyorsunuz demektir.
Klasiğin muhafaza edilmesi aslında dejenerasyonu engelliyor diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz hocam?
Erol Deran: Modern çağda da icap eden müzik yapılmalı ama müzikten ödün verilmemeli. Yani bugün her şeyde bir sürat var, kuantum fiziğinden sonra her şeyde dijitalleşme başladı. Yani evvelden bir icadın arkasından yenisinin gelmesi seneler alırdı, bugün sabah icat ediyorsunuz akşama kadar eskiyor! Yani, bu devir her şeye çabuk ulaşılan ama bir o kadar da çabuk tüketilen bir devir ve bu her şey için geçerli.
Bu hız ve değişim, sosyal hareketlere de tesir ediyor ve bu sosyal hareketin de bazen önüne geçilemiyor. Aslında tabiri caizse, piramidin ucu meselesi vardır, piramidin ucundakiler eğer sanata, güzelliğe, estetiğe saygı duymuyorlarsa, bundan yoksunlarsa bu durum tabana doğru iyice yayılır. Bu iş başka bir iş, hiçbir şeye benzemez, sanatı, güzellikleri, estetiği muhafaza etmek için piramidin ucundan tabana kadar saygı duyulması lazım, yoksa biraz önce bahsettiğimiz yozlaşma topluma sirayet edebilir. 
Klasik Türk musikisi size göre insan kişiliğinin gelişimine nasıl bir katkısı sunmaktadır?
Erol Deran: Aslında sadece müzik değil, isterseniz daha kapsayıcı bir şekilde klasik sanat diyelim. Klasik seven ölesiye saygı duyan, klasiği anlamak isteyen, buna çaba gösteren kişilerde bence seviye yükselmesi gibi bir şey oluyor. İşte, modern sanata da bu şekilde bakan bir insan, ödün verilmeyen bir şekli arar ve bizim de istediğimiz bu. Güzel sanatlar illaki klasik sanatta olacak diye bir kaide yoktur fakat dejenere etmeden bu sanatı icra etmek, sanatı muhafaza emek, bu değere sahip olmak gerekir. Klasikler dejenere edilmeden bu zamana kadara gelmişlerdir, bu bir gerçek ve bunu anlamak için bilim adamı olmaya da gerek yok.                        
Seksen dört senesinde bir müzik konferansında Türkiye’yi temsilen ben icra için arkadaşım Nevzat Sümer ise Tebliğ Yayınları için birlikte Bağdat’a gitmiştik.  Bağdat’ta meşhur udi Münir Beşir vardı. Kendisine köşk ve araba verilen sanatçı memleketinde kral gibi geçiniyordu. İcramı yapmak üzere Türkiye’yi temsilen sahneye çıktım ve bütün dünya müzik delegeleri oradaydı.
Dini eserlerden, saz eserlerinden, aralarda da taksimlerden oluşan, elimden geldiği kadar ödün vermeden klasik bir potpuri yaptım. Çünkü ben öyle yerlerde, “Müziğimden daha önemli olan Türk bayrağını taşıyorum” düşüncesiyle hareket etmek isterim.
Potpuriyi bitirdikten sonra Münir Beşir yanıma geldi ve beni tebrik etti. Ne söyledi biliyor musun? Bakın, bir Arap söyledi bunu: “Çok merak ediyorum bu kadar büyük muhteşem bir müziğiniz var, Türkler neden Arap müziğine meyil ediyorlar?” İşte, Arap söylüyor bunu daha ne söyleyelim, ne cevap verelim?
Şimdi bir tane daha geldi aklıma; Meşhur New York Filarmoni Orkestrası’nın Şefi Zubin Mehta vardı. Nejat Eczacıbaşı İstanbul Festivali yapıyor diye onları da davet etmişti. Bu organizasyon yapıldığı sıralarda beni aradılar. Zubin Mehta bir Türk müziği enstrümanı dinlemek istemiş.  Hiç unutmam, gittiğim apartman Nişantaşı’nda Belveder Apartmanıydı. 70, 80 kişi bir de gazeteci Zeynep Oral vardı hatta bizlerden bahsettiği bir yazısını çalıştığı gazetede yayınlamıştı. Orada da gene Türkiye’yi temsilen bulunduğumu hissediyordum. “Zubin Mehta gibi yüz kişilik çok sesli bir orkestrayı yöneten bir insan tek sesli bir kanun dinleyecek!” Diye kendi kendime düşündüm ama sonuçta müzisyenlik hiç önemli değil fakat müzik adamı olmak önemli.
Orada da yine bir klasik potpori yaptım. Bir ara dikkatimi çekti Zubin Mehta’nın kirpiklerinde nem vardı. Annesinin Hintli olmasından olacak duygusal bir hali vardı. Ben de elimden geldiği kadar, Allah ne verdiyse en iyi şekilde yapmaya çalıştım. Bittikten sonra kanunu evirdi çevirdi, mandalına baktı, öyle yaptı, böyle yaptı sonra tercüme ettiler ve duyduklarım daha önce duyduğum şeylerin neredeyse aynısıydı.
Söylediği kısa ve anlamlı bir cümleydi. Şöyle ki, “Müziğiniz muhteşem!” Bakın, bunu bir ecnebi söylüyor şekerim ve bu işin içinde olmam münasebetiyle, bu ayarda bir müzik dehasının böyle bir cümle kurması gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir durum. Devam etti, “Bana çok tesir etti” ve daha sonra ekledi “Benim konserime gelir misiniz” (Tabi arada tercüme ediyorlar.) “Çok gelmek isterdim ama maalesef bilet bulamadım” dedim. Daha sonra nezaket göstererek iki tane davetiye çıkarttı ve bana uzattı.
Şimdi, bir düşünün sizin özünüzde olan bir şeyle ilgili olarak siz oralı dahi olmuyorsunuz fakat dışarıdaki insan heyecanlanarak halini ortaya koyuyor. Kendini müziğe adamış bir müzik insanı için bu çok üzücü bir durum aslında.
Sanat deyince Walt Disneyi biliyorsunuz. Walt Disney’in eserlerinde de Donald Duck, Rapunzel gibi bir sürü eserleri vardır, baştan aşağı renkli filmleri vardır, müzikteki çok seslilik gibi.
Bir de Meraklı diye bir çizgi film karakteri vardı. Bir kişi kalemiyle çizer ona can verirdi. İşte, onun Rabbi, ona can veren onu çizendi. Çizen, Meraklı’yı düşürürdü ama o söylenir, bağırır, çağırır ama düşse de kalkar gider yoluna devam ederdi. Yani, Meraklı karakteri sadece bir çizgiden oluşuyordu, tıpkı tek sesli müzik gibi ama o da bir sanat eseridir. İstediğin kadar çok sesli yaparsın bir sanat eseri ortaya çıkmaz ama tek sesli bir eser yaparsın olur ya da tam tersi olabilir. Önemli olan işin ruhunu yakalayarak, ona can vermek ve böylece bir sanat eserinin ortaya çımasını sağlamaktır. İşte gerçek sanat eseri budur!
Müzik Ruhun gıdasıdır deniyor fakat günümüzde bu gıdanın hormonlandığı söyleniyor. Siz bu konuda neler söyleyeceksiniz?
Erol Deran: Şimdi, bizim bir dostumuz var, “müzik ruhun gıdasıdır” demiyor, “ruhun gıdası müziktir” diyor. “Müzik aslında ruh olduğu zaman var olan bir şeydir.” Niyazi Sayın’ın bir sözüdür bu ve çok doğrudur. Müzik hakikaten dinlemesini bilene de, icra etmesini bilene de büyük bir hediye. Müziğin büyüklüğü zaten tartışılmaz ve bana göre hediyelerin en büyüğü diyebilirim. Kişi bir sanat eserini doğru şekilde, iyi gözlemleyerek dinlediği ve iyi seyrettiği zaman insanlığını anlar.
Dikkat ettim, müzik dejenere olmaya başlayınca insanlar da dejenere olmaya başlıyorlar ve baktığınızda da gidişatın böyle olduğunu görüyorsunuz. Bu durum toplumun totaldeki kültürüne de sirayet ediyor ve istemeden de olsa “Galiba böyle isteniyor” diye düşünüyorum. Yani, kimseyi zan altında bırakmak istemem ama gözüken bu.
Ülkemizde müzik eğitimi konusunda müfredatı ne şekilde değerlendiriyorsunuz?
Erol Deran: Bilinmesi gereken şu ki önce bu müzikle herkesin bir şekilde ilgilenilmesi gerekmektedir. Eski Türkiye’de her evde bir ut vardı, bir kanun vardı ve toplanılır meşk edilirdi. Şimdi, baktığınızda siz böyle bir şey görüyor musunuz?
Ben gerçekçi olarak konuşuyorum ve gözüken manzara ne yazık ki bu ve böyle olunca da tabiatıyla ilgi yok oluyor demektir. İlginin olmadığı yerde de ne olacak? Yani, müfredat olsa ne olur, olmasa ne olur? Biz okullarda elimizden geldiğince, mümkün olduğu kadar en iyi şekilde ders vermeye çalışıyoruz ve almak isteyen varsa kapımızda gönlümüz de her daim açık. Gelsinler eğitimlerini alsınlar ama ne yazık ki biraz önce belirttiğim şekilde olan kişi sayısı yok denecek kadar az.
Dünya geneline bakıldığı zaman bir değerlendirmesini yapacak olursak bizi nerede görüyorsunuz?
Erol Deran: Dünya geneline bakıldığında üzülerek çok gerideyiz. Bana göre bir ülkede, hatta dünyada erkek, kadın ayrımı olmaması gerekmektedir çünkü aklın erkeği ve dişisi olmaz. Bulunduğu toplumda kişiler eşit olarak gördüğü zaman o ülke her bakımdan yükselir, ben bu kanaatteyim.
Sen kadınını öldürürsen, hapsedersen orada sıkıntı oluşması kaçınılmazdır. Yani, kadını esir almaya hakkın yok, insanı esir almaya hakkın yok. İnsan insandır kardeşim! Bir kadın erkeğin, erkek de bir kadının esiri olamaz. Sonuçta asıl olan insandır insan!
Bugüne kadarki sanat hayatınız düşünüldüğünde eğitimcilik konusunda donanımlı bir kişi olduğunuz açık. Bu noktadan hareketle müzik öğretmenlerimize tavsiyeleriniz nelerdir?
Erol Deran: Öncelikle şunu belirtmek gerekir, biz ciddi bir kurum olan, 1975’de açılan, 76’da tedrisata başlayan Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nın mensuplarıyız. Yani şunu demek istiyorum. Eğitimci olan kişilerin aldığı eğitim, hamurları çok önemli.
Aslında tabi bir nokta var ki bu da çok önemli. Talep, evet talep çok önemli, yani talep olduktan sonra müzik öğrenmeye gönül vermiş talebe olduktan sonra iş daha da kolaylaşıyor. Sahip olduğunuz bilgi derya olsa alıcısı olmadan bir işe yaramaz.
Bununla birlikte almak isteyenlere ders veren insanlar da sevdirmesini, daha da çok sevdirmesini bilmesi gerekiyor diye düşünüyorum ama aslında bakarsanız sevmeyen de buraya talepte bulunmaz fakat işte seven var, seven var.
Türk müziği dersi veriliyorsa, klasik müzik veyahut da işte Halk Müziği olabilir. Öğreten kişinin bu müziklerin değerini ortaya koyması, ispatlarını yapması lazım. Bir Dede Efendi, bir Itri, bir Abdülkadir Merage bu değerlerin doğru şekilde aktarılması son derece önemli.
Şimdi bunları söylüyoruz ama hep boş konuşuyoruz. Neden biliyor musunuz? Bu ülkede Tanburi Cemil Bey’ in evini yıktılar! Gidin Avrupa’ya Beethoven’ın evi, Rembrandt’ın atölyesi, Madame Tussauds Müzesi durur ve buraları ziyaret edebilir, gidebilirsiniz. Bugün Tanburi Cemil Bey’i Avrupa, Amerika tanıyor bizde sorsanız bilen pek azdır.
Yani standart biz kötüyüz edebiyatı yapmak istemiyorum ama bunca yıldır bu işin içindeyim ve sözlemlerimi paylaşmak durumundayım. Sonuç olarak da daha önce verdiğim somut örneklerle de görüyorsunuz ki bulunduğumuz durum Türk musikisi açısından biraz tatsız. Fakat her zaman umudumuz var, zaten olmasa bunca zaman, bunca çabayı neden sarf edelim?                        
Türk müziğinin popüler hale getirilmesi için medyanın da el atması gerekiyor mu?
Erol Deran: O da becerilemiyor ve bana bu durumlar sahte geliyor. Evet, biraz ağır konuştuk ama durum bunu gösteriyor. Ne demek lazım yalan konuşup toplumu televizyon karşısında kimilerinin yaptığı gibi kandırmak mı lazım. Bunlar bizim yapabileceğimiz şeyler değil, dolayısıyla bir eğitimci olarak doğru olanı söylemek ve doğru olanı göstermekle mükellefiz, yaptığımızda bundan ibarettir.
Yurtdışına bakıldığı zaman bir Beethoven’ın beşinci senfonisini, bir caz grubu alıyor, kendine göre yorumluyor. Yorumlaması doğrudur yanlıştır onu bir kenara bırakalım ama yaptığı şeyi entellektüel bir seviyede yaptığını görüyoruz. Sen gidiyorsun Türk müziğinin en güzel sesleri varken bir Hüzzam makamında Arabı taklit ediyorsun. Arap da “Sizin bu kadar güzel müziğiniz varken Türk milleti neden Arap müziğine heves duyuyor?” diyor. Bundan zor bir şey var mı, nasıl cevap bulacaksın?
Size bunla ilgili bir de misal vereyim. Ruşen Kam yönetiminde klasik bir koro ile Tunus’a gittik. Orada bize bir konser vermek üzere konservatuarlarına davet ettiler. “Bakalım ne çalacaklar?” diye düşünürken bir baktım Cemil Bey’in Şedaraban Saz Semaisini çaldılar.
Bunlar hakikat, bu hakikatleri gördük yaşadık. Tunus’da da bunları yaşadık, Arap’ın söylediğine de şahit olduk, çok acı! Daha ne diyeyim? Bakın, bunları söylerken canım yanarak, üzülerek söylüyorum çünkü çok güzel şeyler gördüm ve değerin bilinmemesi çok acı.
Peki, Hocam Türk müziğindeki biraz önce bahsettiğiniz dejenerasyonu neye bağlıyorsunuz?
Erol Deran: Yani, müziğin frekansı farklı olsa dahi yapısını bozmadan kişiler bunu başarabilirler diye düşünüyorum ve bu olduğu zaman bunu dinleyen gençler de dinledikleri popüler müzik içerisinde bir klasiği de dinlemiş oluyorlar. Fakat tekrar belirtmekte fayda var o müziği dejenere etmeden, entellektüel bir birikimden, böyle bir bakış açısıyla bu işleri yapmak gerekir. Yoksa sadece tüketim toplumuna hizmet eden sadece paranın peşinde koşan bir düşünce bir anlayışla hareket edildiğinde ortaya çıkan müziği hepimiz görüyoruz “veyahut da görüyor muyuz?”
Yani bu noktada Türk müziğinde, Türk müziğinin yapısını kullanmak varken sen gidip Arap’ı taklit ediyorsun, işte biraz önce de örnek verdiğim gibi Arap da “Yahu, sizin bu kadar güzel bir müziğiniz var, neden kendi müziğinizi dinlemek varken Arap müziğine heves ediyorsunuz?” şeklinde konuşuyor.
Bundan sonra ben ne diyeyim? Artık bundan sonra söylenecek sözün bittiği noktaya geliyorsunuz ve susmak durumunda kalıyorsunuz. Çünkü popüler kültürü talep edenlere bakıldığında bir klasik talep edenlere oranla çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Bizim kendi müziğimize talep oluşmasını istiyorsak önce benimsemeliyiz, o bilince sahip olmalıyız. Bu nedenle hep aile içerisinde bu kültürün, Türk müziği kültürünün yayılması gerektiğini, aile içerisinde bunun öğretilmesi gerektiğini her zaman vurguluyoruz.
Tekrar belirtmekte fayda var! Televizyonda, medyada popüler kültür, popüler müzik adı altında yapılan müzik içerisinde Türk müziğinin kullanımının bu kadar dejenere edilmesi, Arap müziğinin bu kadar ön plana çıkartılarak hatta Arap müziğine Türk müziği yapıştırması yapılarak topluma empoze edilmesi tam bir cehalet eseridir ve bu katlanılır bir şey değil!
Ben istediğim kadar anlatsam ne olacak? Bunlar hakikat! Müziğe yıllarını vermiş bir insan olarak inan bu anlattıklarını anlatırken canı yanarak anlatıyor. Üzülerek anlatıyorum çünkü çok güzel şeyler gördük zamanında. Yani değer bilinmemesi, Türk müziğine yeterli değerin verilmemesi çok can sıkıcı bir durum.
İşin en kötü tarafı ne biliyor musun? Bir millet düşün, kendi kültürünü bir şekilde farkına varmadan reddediyor. Yani evet, bizim milletimiz bunu bilinçli bir şekilde yapıyor demiyorum. Zaten bana göre de bu popüler kültürün, televizyonun, medyanın dayattığı çabukçu müzikten dolayı insanlarımız bunun farkına varmadan bu hale geliyor.
Bakın, bunların farkına vararak yapılmak isteniyorsa eğer, toplumumuz o zaman eski eserleri biraz dinlemesini bilmesi gerekiyor, eski eserlere birazcık kulaklarının alışması gerekiyor ancak o zaman günümüzdeki müzikle gerçek Türk müziğinin ne olduğunun farkına birazcık da olsa varabilirler.
Yine size bir örnek vereyim; Kahire‘deyim bir otobüse bindim, efendime söyleyeyim bilet kesiliyor, bir baktım şoför Ümmü Gülsüm’ü koydu. O biletleri veren kişi biletleri bıraktı, Ümmü Gülsüm, Ümmü Gülsüm diye neredeyse mest oldu! Yahu, İlk, orta hatta lise öğrencileri Münir Nurettin tanımaz bile!
Bak aklıma bir şey daha geldi. Yine Yunanistan’dayız 2500 kişilik bir konser alanındayız ve o alan olduğu gibi doldu. Hatta böyle kapıların zorlandığını bile hissettik. İnanılacak gibi değil ama aynı konseri, aynı eserlerle burada bir merkezde verdik inanın bana 60 - 70 kişi ancak geldi. Artık tanıtım bozukluğundan ya da başka bir şeyden mi onu bilemeyeceğim ama durum bu.
Yani hep söylüyorum, sıkıntılı bir durum işte ama zamanla bunların aşılabileceğine umudumuz var ve bunların aşılması için biz üzerimize düşeni her zaman yaptık, yapacağız.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Post Top Ad

Paylaşın Başkaları Da Bilgilensin