Haliç Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı'ndan yüksek lisans yaptığım süre boyunca, ud derslerime giren ve öğrencilerine bilgi vermekle kalmayıp neredeyse onların düşüncelerini okuyarak onlara moral veren, bizleri bilinçlendiren, biricik öğretmenim Mutlu Torun'a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
Hocam dilerseniz biraz sizden, müziğe nasıl başladığınızdan başlayalım.
Öncelikle şöyle başlamak lazım: Atatürk, “ Beni görmek demek yüzümü görmek demek
değildir.” demiştir. Birisini tanımak demek onun doğduğu, yetiştiği yerleri
değil yani kişinin özel hayatını değil onun müzik hakkındaki düşüncelerini almak
demektir. Bu da tabi kolay bir şey değil!
Ankara’nın bir kasabası olan Beypazarı’nda doğdum. O zamanlar radyoyu çok
dinliyorduk, güzel ve kaliteli yayın yapılıyordu. Türk müziği, batı müziği
veriyordu, belki tam bilincinde değildim ama Türk müziği yayınları sanki çok
iyiydi.
Annesini babasını kaybetmiş olan ve daha sonra kendisini de genç yaşta
kaybettiğimiz, rahmetle andığımız teyzemin oğlu Mehmet Karaalp bizim eve gelir
giderdi. Kendisi müziğe meyilliydi ve bize her geldiğinde kendi kendine şarkılar
söylerdi. Mesela; “Gül Yüzlülerin Şevkine Gel”, “Küşâde Talihim” adlı eserleri
ondan öğrendim. Bana sorarsanız, bir müzisyenin hayatındaki en önemli şeylerden
biri, etrafında her zaman müzik olması ve kendisini o müziğin içinde
hissetmesidir. Bu yaşanmışlıkların benim hayatımda fazlasıyla tesiri olmuştur.
Bunun dışında, okulda da genel olarak çok iyi bir öğrenciydim. İlkokul beşinci
sınıftayken bir öğretmenimiz vardı ve mümkün olduğunca tüm çocuk şarkılarını
söyletmeye çalışırdı. Bir gün öğretmenimiz sınıfa mandolin getirdi ve çaldı.
Sesini duyduğumda hoşuma gitti ve ben de öğrenmek istedim fakat o sıralarda
resimle uğraştığım için babam bana mandolin almadı ama daha sonra ortaokul
yıllarımda bana bir mandolin alındı.
Beypazarı’nda mandolinle bir ay ders yapabildik ve daha sonra İstanbul’a
taşındık. Belli bir süre sonra kendi kendime mandolinle pratik yapmaya başladım.
Bir de abimin bir emir eri vardı, kabak kemane çalıyordu, şarkıları çalarken ben
de onun gibi çalmaya çalışarak bu şekilde egzersizler yapardım.
Daha sonra Fatih’e taşındık. Mandolindeki notaların birazcık ne olduğunu
biliyorum ama daha fazlasını merak ettiğim için sahaflardan bir müzik kitabı
aldım. Ortaokul müzik kitabıydı ve o zamanlarda müzik kitapları çok ciddi bir
şekilde hazırlanırdı. O kitaptaki bütün sayfaları teker teker çalarak çözmeye
çalıştım ve nota değerlerini, ses sistemlerini uygulayarak oradan da öğrenmiş
oldum.
Hem gitar hem ud çalabilmek size nasıl bir bakış açısı kazandırdı? Aynı zamanda
da mimarlık eğitimi almış olmanızın müzik hayatınıza da bir etkisi oldu mu?
Mimarlık biraz ukala olmayı gerektiriyor. İçinde bulunduğunuz mekân, davranışlar
her konuda daha tenkitçi bir gözle bakmaya başlıyorsunuz. Batı ve Türk müziğinin
her ikisiyle de uğraşmanın, birisinin gözüyle diğerini görmekte bence çok büyük
faydaları var. Türk müziği çalan biri olarak gitar çaldığınız zaman, bir
melodiyi nasıl yorumlayacağınızı gitarda daha rahat buluyorsunuz çünkü müzik
orada çok sesliliğin içindedir. Aslına bakarsanız Türk müziğinin bütün işi
melodi, yani tek ses olduğu için bana göre orada yorumu daha iyi yaparsınız.
Buradan hareketle, Türk müziğinin gözünden batı müziğini daha iyi
görebileceğiniz söylenebilir.
Batı müziğinin Türk müziğine faydası yani gitarın uda faydasına gelince; gitar
çalmış olmak, ikisiyle de uğraşmış olmak benim müzik hayatımı biraz zorlaştırdı.
Çünkü ülkemiz şartlarında İkisiyle birden uğraşmak olağan değildi. Türk
müzikçiler batı müziğini, batı müzikçiler de Türk müziğini sevmiyordu. Ben hala
bu hastalıkla beraber yaşıyorum ama ikisini de seviyorum. Bence de ikisini
birden sevmenin birbirine faydası var ama son zamanlarda gitar çalmayı bırakıp
daha çok uda yöneldim. Udu da hala metronomla birlikte bile çalışıyorum.
Çalmaktan ve çalışmaktan da büyük mutluluk duyuyorum, beni daha genç tutuyor.
İnanın; bir konuda ilerisi için istekleriniz varsa daha genç kalıyorsunuz,
istekleriniz bitmişse emekliliğe doğru gidiyorsunuz.
Şöyle bir mesele var; Türk müziği aslında kendi yaradılışından dolayı çok sesli
bir müzik değil. Aslında çok seslilik sonradan Türk müziğine eklenmiş bir elbise
de değildir, çok seslilik tabiatın kurallarından bir tanesidir. Çok seslilik
zaten tek sesin içerisinde, Türk müziğinin kendi içerisinde de çok seslilik var.
Tanburun bağlamanın, lavtanın bütün tellerine vurmak, dem tutma âdeti, ritim
tutarak gazel söylenmesi, işte buna benzer şeyler hepsi çok seslilik elemanıdır
ama insanlar bunun farkında değiller. Mesela Cemil Bey’in tanbur çalışında da
vardır; diğer sazları çalışında da. Mesela yaylı tanburla uşşak taksiminde, bir
telde yayı çekip sesi uzatırken, diğer telde pizzicato (piçikato) yapıyor. Yani
teli sol el parmağıyla çekiyor. Böylece, biri uzun, diğeri tekrarlanan kısa
seslerin oluşturduğu farklı tınıda iki sesi bir arada duyuruyor.
Cumhuriyet’in ideolojisi, müzikle ilgili görüşleri doğrultusunda yeni Türkiye
müziğinin batı müziği olmasını öngördü. Atatürk onu uzmanlarına bıraktı. Cemal
Reşit’in anlatmasından da biliyorum. O dönemde Cemal Bey’in sevmediği bir karar
çıktı: Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde çok sesli müzik icra edilecek, tek sesli
müzik yasaklanacaktı!
O da bu konuyla dalga geçiyor; Düşünebiliyor musunuz, Hasan müzik yapmak
isteyince dağ başında koyun otlatırken, Hüseyin’e “Gel düetto yapalım mı?”
diyecek diyor! Neyse birtakım değişik fikirler sonucunda Türk müziğinin Türk’ün
malı olmadığı ama Halk Müziği’nin Türk’ün malı olduğu, yeni Türkiye’nin
müziğinin de “Çağdaş Çok Sesli Türk Sanat Müziği” olduğu söyleniyordu. Bu yeni
müziğin formatı tamamen batı müziği idi. (Sesleri, enstrümanları, eserlerin
formları.. ve özellikle üslubuyla)
Bu yaşananların doğrultusunda Türk müziği yasaklı durumdaydı. Bugüne gelirken
birkaç isim sayarsak mesela Muammer Sun, Yalçın Tura gibi isimler hem batı
müziğinin hem de Türk müziğinin çok iyi ustaları ve bestecileriydi. Kemal
İlerici “Türk Müziği ve Armonisi” adlı bir kitap yazdı. (Üst üste dörtlülere
dayanan bir sistem öneriyordu.)
Şimdi şöyle bir mesele var; Türk müziğinde çok seslilikle ilgili bir zorlama
vardı. Bütün ilkokul ve ortaokuldaki müzik dersleri tamamen Batı müziğine
dayalıydı. İnsanlarda “Çok Sesli Türk Müziği” lafı çok kötü bir etki
bırakıyordu.
Alâeddin Yavaşca, o nesilden kalma bir usta isimdir ve bu duruma çok karşı
olmuştur. Erol Deran ise çok mâkul çerçevelerde olmak kaydıyla müzik güzelse onu
uygun bulur ama tanınmış Türk Müziği eserlerinin tampere çalındığı için yanlış
yapıldığını söyler.
Türk müziği eserlerini batı müziği standartları içine alınca, Çok sesli Türk
müziği demişlerdir. Hâlbuki Arel’in çalışmalarında hep Türk müziğinin kendi
içindeki sesleri ve üslubu ile beraber çok sesliliğin gelmesi öne çıkmıştır.
Yani demek istediğim, udla beraber çok seslilik yapmaya çalışınca, “Bu yoldan
bizim sesimizle ve üslubumuzla çok seslilik nasıl olabilir?” diye düşündüm.
Sonuçta benim elimde akor basabileceğim, arpej yapabileceğim bir alet vardı yani
ud vardı. Bu düşünceden yola çıkarak böyle çalışmalarım oldu ve hala da bu tür
çalışmalarıma devam etmekteyim.
Farklı bir konu da udun parmakla çalınmasıdır. Ud parmakla çalındığı zaman
aslında birçok avantajı ve farklılıkları vardır.
Ülkemizdeki
eğitim sistemini nasıl buluyorsunuz?
Ülkemizin eğitim sistemi genellikle politikacılara bağlı olarak değişen ve çok
fazla teorik kısmın öne çıkarıldığı bir eğitimdir. Müzik eğitiminde ise Türk
Sanat müziğinde olan her şey bu eğitim içerisinde yok. Bir zamanlar Ankara’da,
Çinuçen Tanrıkorur’un başkanlığını yaptığı bir kurul toplandı, Milli Eğitim
Bakanı ile temaslar sonucunda yeni bir müfredat programı hazırlandı.
(1980’li yıllarda) esasen bu müfredatın %50 si Türk müziğine ayrılacaktı halk
müziği ve sanat müziği olarak verilecekti. Bu müfredat programını uygulayacak
olanlara gelince… O dönemde Eğitim Fakültelerinden mezun olan batı müzikçilerdi
fakat onlar Türk müziği eğitimi almamışlardı.
Bir çocuk müziği; batı müziğini dinleyince mi çok sever yoksa kendi müziği olan
halk müziği ve sanat müziğini dinleyince mi daha çok sever? Kendi müziğini
dinlerse daha çok sever diye düşünüyorum. Eğitim açısından daha doğru olabilir
ama batı müziğinin çok sesli oluşunun da başka avantajlarının olduğunu
düşünüyorum. Tabiî bu konular üzerine daha çok tartışmak ve düşünmek gerekir.
Türk Musikisi Konservatuarı’nın açılışı 1976’dır. Bu yıla kadar resmî olarak
Türk Müziği eğitimi hiç yoktu. Sadece Belediye konservatuarlarında ve
cemiyetlerde Türk müziği eğitimi vardı. Tüm bunları topladığın zaman, Türk
Musikisi Devlet Konservatuarı’nın ne kadar isabetli olduğu ortaya çıkıyor çünkü
bu konservatuarımız eğitime başlayıncaya kadar devlet okullarımızda hep batı
müziği eğitimi vardı ama Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’yla birlikte her iki
eğitim uygulanmaya başlandı.
Aslında 1826’da yeniçeriler ortadan kaldırıldığında Mehter de yok edildi.
Tabiatıyla oradaki notalar da yok, yani gerçek notalar yok. O zamanlar ebcet
notası ya da diğer nota şekilleri ile yazılmış notalar vardı ama o kayıtların
hiçbiri şu an elimizde değil. Bu nedenle şimdi bizim dinlediğimiz mehter
marşları benzetme yoluyla sonradan yapılmıştır.
Mehter, eğitim kurumlarından bir tanesiydi. Ercüment Berker şöyle söyler; “1826
dan 1976 ya kadar olan zaman içerisinde müzik eğitimi yok. Aslında ders sarayın
içerisinde, Enderun’da vardı fakat daha sonra saraydan da, tekkelerden de
kalktı. Bunların olması iyidir kötüdür başka mesele fakat sonuçta 1976‘ya kadar
Türk müziğinin eğitimi resmen kalkmış oldu.
Aslında örgün eğitimin iki türü vardır. Biri genel eğitimde ilkokul, ortaokul
müzik eğitimi, diğeri de konservatuarlardaki eğitim.
Flamenko gitar üzerine eğitim almıştınız bu eğitim sürecinden biraz bahseder
misiniz?
Benimki tam bir gitar eğitimi sayılmaz. 1960‘ların ortasında Andrea
Paleologos’dan klasik gitar eğitimi aldım. O sonra politik durumlar dolayısıyla
Yunanistan’a gitti. 1968‘de İspanya’ya gitar almak için gitmiştim. Cordoba’da
bir atölyede flamenko gitar çalan Pepe Rodriguez adında bir çocuk vardı. O
eserleri çalarken ben notaya yazıyordum sonra Madrid’de Nino Ricardo ve Rafaele
Nogales’den dersler aldım fakat bunlar çok uzun süren şeyler değildi.
Birikimi demeyeyim de onların çalınış tekniğini görmek başka türlü bir şey.
Mesela başparmak tekniğinden çok faydalandığımı biliyorum. Flamenko’daki
başparmağın tekniği bizim mızrabın taklididir; Alzapua dedikleri bir teknik
vardır; başparmakla tellere üst alt şeklinde vururlar. Çünkü flamenkoda
Müslüman, Arap müziğinin ve enstrüman olarak udun tesiri vardır. Gitarın çalma
şekli de lavtadan geliyor, lavta da zaten uddan geliyor. Bu nedenden dolayı
Flamenko gitarda da udun çok tesiri vardır.
Aslında ud, kelimesi “el ud”dan lute haline gelmiş ve Avrupa’daki lute çalma
tekniği gitara sonradan geçmiştir. (ud perdesiz, lut perdelidir.) Gitarın formu
da vihuela adlı yaylı bir enstrümandan gelmiştir.
Hocam eski bir enstrüman olmasına rağmen ud, gitara oranla çok yaygın değil.
Bunun nedenini neye bağlıyorsunuz?
Bana göre gitarda dünya müziğini yapabiliyorsun, bütün dünyanın tampere müziğini
yapabiliyorsun. Bunu udda yapmak neredeyse mümkün değil. Gerçi yerel müziklere
olan ilgi günden güne giderek artmakta.
Size göre şu an Türk müziğine ne gibi yenilikler getirilebilir?
Bu konuda düşünüp yazdığım şeyler de var. Bir kompozisyon bakımından, başlık
olarak söylemeye gayret edeyim:
Bir defa saz eserlerinin çoğalması lazım. Çünkü sözlü eserler, sözleri sayesinde
dinleyici ile arada bağlantı kurar. Saz eserlerinde sadece müziği anlarsınız.
Bir memleketin saz eserleri unutulmaya yüz tutmuşsa o memleketin müziği
gelişmemektedir hatta gerilemekte demektir. Bizde saz eserlerinin TRT’deki oranı
3,8 imiş. Bu yaklaşık %4 oluyor yani bu hesaba göre 100 tane eser varsa 4
tanesi, 1000 tane eser varsa 40 tanesi saz eseri oluyor.
Enstrümanların imkânlarının geliştirilmesi gerekir. Örneğin, kanunda çok
cambazlık yapan vardır. Erol Hoca da, “Müzik yapmak lazım, cambazlık sırasında
kullanılan imkânları her zaman müzik amacına doğru yöneltmek lazım.” Der. Bu
arada tabi çok seslilikten de faydalanarak, enstrümanların bu yönde çalışılması
gerekir.
Mesela ud konusunda; bağlamadan, gitardan, lavtadan, tamburdan da tek tel
üzerinde çok faydalanmaya çalışıyorum. Şöyle bir şey de var bazıları der ki;
“Udu da ut gibi çalmak lazım.” Benim düşüncem öyle değil. O enstrümanlar da
diğer enstrümanlardaki avantajları kendi dilinde taşıyabilecekse kullanmak lazım
diyorum.
Repertuarımızda aruzla yazılmış çok fazla güfte ve beste var. Klasik
eserlerimizin, sanat müziği ve halk müziğinde olduğu gibi hece ile yazılmış
olanları da çok var ama bugünün Türk şiiri, serbest şiir. Nazım Hikmet, Oktay
Rıfat, Orhan Veli Kanık gibi çok değerli şairlerimiz var ve şimdilerde de çok
iyi şairler var.
Bu serbest şiirlerle bestelenmiş, onların manasına, Türkçesine, formuna göre
bestelenmiş bir güftesi yeni Türk şiiri olan bir Türk müziği repertuarımız
olması lazım.
Burcu VARER
burcu@yasamvetoplum.com
burcu@yasamvetoplum.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder